Erman Aktan
Kimdir?
342210 saat önce İstanbul'da doğmuş, turizm eğitimi almış ama çok az kullanmış, bilişim sektöründe bir süre dolanmış, fotoğraf konusunda az pişmiş bir başka homo sapiens. Özgürce koşup oynayabildiği tek yer olan bu internet sitesini uzunca bir süre kurcalamaktan dolayı, akli dengesiyle birlikte yokuş aşağı yuvarlanmaya devam etmekte...
Bir mobilya firmasının bilgi işlem departmanında 8 yıldan fazla görev yaptı, ardından ülkenin ekonomik durumu sebebi ile işsiz kaldı. Kurumsal bir firmada teknisyen olarak görev yaptı. Şu sıralar yine kurumsal bir firmada ön yüz geliştiricisi/yazılımcı olarak görev yapmakta. Birçok yazılım diline hakim, fakat tercihi PHP, SQL'den yana. İçinden elektrik geçen neredeyse her şeyden anlar, kurcalar, çarpılır, bozar, sonra da yapar. Kurcalamazsa yapamaz, yapamazsa da daha fazla kurcalamaz. Herşeyi yapan insanlara pek güvenemez. Onun için her işin bir uzmanı, her uzmanın bir bildiği vardır.
Nasıl biridir?
İçedönüktür, kendince takılır, dokunmazsanız ısırmaz. Yaramazdır, eline geçirdiğini kurcalamadan duramaz. Meraklıdır, siz telefonun özelliklerine bakarken, o söküp içine bakar. Öğrenmeyi sever, hiç dokunmadığı bir şeyi kullanması maksimum on dakika sürer. Realisttir, en kötüye hazırlanır, herşey yolunda giderse şüphelenir, kutlamalara en son katılan kişidir. Matematik fakiridir, hesaplayarak Boğaz Köprüsünü 40km çıkarmışlığı vardır. Sakindir, Kemal Sunal'ın Mülayim'i gibi elinde bombayla dolaşır ama umursamaz.
Otobiyografi
İstanbul'un daha güzel olduğu zamanlarda geldim dünyaya. Bilgisayarlar ile tanışmadan önce sokaklarla oynardım. Evet, sokakta değil sokaklarla. Çünkü kaybolup gitmeyi severdim ben. Diğer çocuklarla çok fazla kaynaşamazdım, sokakların birinden girip diğerinden çıkardım. Çoğunlukla çıkamazdım, öyle olunca da hep yokuş aşağı yürürdüm (Daha çok koşardım). Çünkü aşağıda deniz vardı, denizi buldum mu yolu da bulurdum. Öyle bir çocuktum işte.
Sokakta gezdiğim kadar da televizyon izlerdim. Susam Sokağı vardı ben küçükken. İronik şekilde adı minik olan o kuşun elinde tuttuğu şekiller çok ilgimi çekerdi. Hepsinin bir anlamı, birlikte anlattıkları şeyler vardı. Yüzlerce kez tekrarladıkları o sıralama zamanla aklıma kazındı: A, B, C, D... Zaman geçtikçe o şekillerin ne işe yaradığını iyice anlamaya başladım. Öyle bir amacı olmamasına rağmen Susam Sokağı, bana çok sonraları öğrenmem gereken bir şeyi öğretmişti: okumayı!
Aynı zamanda yazmayı, çizmeyi, karalamayı da severdim. Kalem ve kağıtla yapılan herşeyi. Kalıtsal birşeydi, ailede kalem ile sadece yazı yazmaktan fazlasını yapan çok adam vardı. Henüz yazı yazamıyor olsam da bir şeyler çizerdim.
Sonra beni bir yere götürdüler, adına 'okul' dediler. Okula başlamadan önce okumayı sökmüş bir çocuk olarak, bana zaten bildiğim bir şeyi öğretmeye çalıştıkları bu yeri hiç sevmedim, sevemedim. Elbette yalnızca okumak yetmezdi, öğrenmek de lazımdı. Fakat ilk intibasından dolayı okullar bende hep itici, sevimsiz yerler olarak kaldı. Yine de öğrendim. İyi bir öğrenci olamadım belki, ama birisi hariç hiçbir öğretmenim benden şikayetçi olmamıştır.
Yine kalıtsal bir sebepten boyum da yaşıtlarıma göre uzundu. O yüzden hep en arka sırada yada civarında yer alırdım. İlk öğretim hayatım boyunca 2. sıradan ötesine geçmediğim için, göz önünde olmak duygusu ürkütür oldu beni. Parmakla gösterilmekten korktum. Zamanla da kabullendim. Çünkü insanlar görüntüleri ile değil, yaptıkları ile başarı sahibi oluyordu (en azından ben çocukken dünya o şekilde işliyordu). Bütün bunlar estetikten çok işlevselliğe önem vermeme sebep oldu. Karagöz ile Hacıvat'a can veren o ustalar gibi, ben de perdenin arkasında durmalıydım. Yaptıklarım bilinmeliydi, yüzüm yada görünüşüm değil.