Anasayfa
Selamlar!
Saymayı bilmeyen bir sayısal işçi, fotoğraf hastası, bilim-kurgu sorunlusu, hayalperest bir 'durağan gezgin'...
Yada kısaca: Erman Aktan! Dahası?
Eşitliğin İki Tarafı
İnsanoğlunun bilinçli topluluklar oluşturmaya başladığı zamanlardan bu yana güce sahip olanlar, güce sahip olmayanları yönetmiş ve yönlendirmiştir. Doğanın saf kanunlarından olan “Büyük balık, küçük balığı yer” maddesi, elbette insanlar için de geçerlidir. Yerleşik kanunların, kuralların ve kanun koruyucu öğelerin olmadığı bir yerde anarşi hüküm sürer. Her ne kadar anarşi kelimesi, bir otoritenin kaybı sonucu ortaya çıkan düzensizliği betimlese de. Doğanın varsayılan düzeni de aslında anarşiden ibarettir.
Buradan varmamız gereken nokta insanoğlu’nun, kontrol edilmediği yada kontrol altında olmadığının bilincinde olduğu sürece anarşik davranışlar sergileyeceği gerçeğidir. Eğer bir eylemden ötürü yaptırım altında olmayacaksanız, o eylemi gerçekleştirme ihtimaliniz her zaman vardır. Bu, kalabalık toplumlarda söz konusu eylemi gerçekleştirme potansiyeli olan bireylerin çoğunluğu ve bundan ötürü bir yaptırıma maruz kalmayacakları gerçeği ile birleştiğinde, patlayıcı bir tehlikeyi ortaya çıkarır. Çünkü öz kontrol yoksunu insanların, yalnızca kendi çıkarlarını düşünerek veya sırf yapabildikleri için bu eylemleri gerçekleştirmesi ve hiçbir bedel ödememesi, bu tür eylemlerle hiçbir alakası olmayan kişilerde bile “biz enayi miyiz” algısını oluşturacak ve zincirleme bir kuralsızlık, bir anarşi düzeninin ortaya çıkmasına sebep olacaktır. Unutmayın ki, art niyet bulaşıcıdır.
Anarşi denilen şeyi yalnızca kaotik ve kural dışı eylemlerle bezeli bir hareket olarak düşünmemelisiniz. Kurallar dahilinde de anarşi pek tabi hüküm sürebilir. Kısacası bunu bir kabı dolduran sıvı gibi düşünebilirsiniz. Etrafı ‘kural’ veya ‘yasa’ duvarları ile çevrili bir baraj, içi de saf insan doğasından kaynaklanan düşünceler ile dolu. Duvarlar yıkıldığında da çoğunlukla yıkım ve kaos ortaya çıkar. Her anarşik hareket doğrudan kaosa yönelmez, ama varacağı nokta eninde sonunda kaostur. Çünkü insan tabiatı gereği kaotik bir canlıdır ve kurallar önüne çıkmaz ise, o duracağı yeri bilmez.
Ne kadar kontrol, yeteri kadar kontroldür?
Toplumsal yapının oturduğu milat öncesi medeniyetlerde bile karşımıza her zaman bir kontrol örneği çıkar. O zamanlarda bu çoğunlukla inanç sistemleri üzerinden ilerlemesine rağmen, anarşik düzeni tamamen sonlandırmak için yeterli olmamıştır. Fakat medeniyetlerin gittikçe daha da büyümesi ve gelişmesi, ve bununla birlikte yerleşik otoritenin kontrolü ‘ele alması’ sonucu, temel anlamda anarşinin daha kabul edilebilir derecede dizginlenmesine sebep olmuştur.
Bildiğimz kadarı ile, antik Mısır medeniyeti, Ma’at adı verilen tanrıçanın söylemleri olduğuna inanılan kurallar bütününe göre bir sosyal sisteme sahipti. Yazılı olup olmadığı konusunda bir bilgiye sahip değiliz, fakat toplumsal sınıflar ve temel kurallar yerli yerindeydi ve medeniyetin hüküm sürdüğü zaman aralığına ve hükmettiği topraklardaki düzenden anladığımız kadarıyla, bu kurallar ve sistemler gayet iyi çalışmıştı.
M.Ö. 1700’lere tarihlenen ‘Hammurabi Kanunları’, yerleşik otoritenin toplumsal düzeni sağlamak adına kuralları çok ciddiye aldığına dair önemli bir kanıttır. Bu, hırsızlığın cezai yaptırımla engellenmesi gibi bize çok basit hatta temel kural olarak görünen hukuki bir düzeni gösterir. Ama o zamanlar insanlar duvarlar ardında güvenli olduğunu düşündükleri bölgelerde yaşıyordu ve duvarların öte tarafı anarşinin hüküm sürdüğü güvensiz ve kuralsız bir yaban dünyası olarak biliniyordu ve kamera sistemleri falan da yoktu. Bunları da unutmamak gerekir.
Hammurabi zamanından günümüze, kanunlar ve kurallar aslında çok fazla değişim göstermedi. En basit haliyle sebep > sonuç ilişkisi ile tasarlanmış, eğer eylem bu ise, yaptırım şudur mantığında ilerleyen kurallar daha da çeşitlendi ve toplumun ‘her tabakasını’ koruyacak ve kollayacak bir sistem haline getirilmeye çalışıldı.
Çalışıldı diyorum, çünkü toplumsal yapı nasıl organik ve zamanla gelişen, değişen bir şey ise, onları bağlayan kurallar ve kanunlar da aynı şekilde organik ve değişken olmalıdır. Lakin öyledir de. Halkın seçtiği belirli kişiler, bu sistemlerin organik toplum yapısına adapte olması konusunda durmaksızın çalışır. Bunu başarırlar yada başaramazlar. Fakat temeller bunun üzerine kuruludur.
Kural kural üstüne, hepsi benim üstüme!
Günümüz medeniyetleri, antik atalarından bu güne gelen toplumsal yapıların üst üste birikimi sonucu şekillenmiş ve evrilen medeniyetlerin aynı şekilde evrilen kural sistemleri ile işleyen bir organizma haline gelmiştir. Daha basit bir örneklendirme ile toplumları bir insan vücudu gibi düşünürseniz, doğumundan bu yana çok şey yaşamış ve bütün bu yaşadıkları bedeninde kalıcı izler bırakmıştır.
Bütün problem de burada başlıyor.
Toplumsal kurallar, antik zamanlardan bu güne gelen ama artık geçerliliği olmayan kalıntılar ile kirlenmiş bir sistem haline gelmiştir. Tabii ki bu, sistemin işleyişini engelleyecek bir durumda hiçbir zaman olmadı. Halen bazı arkaik kurallar yürürlükte ve internette arada sırada bunlara denk gelebilirsiniz.
Fakat benim bu konudan varmak istediğim nokta aslında çok daha ‘radikal’ bir nokta. Ve ülkemizin içerisinde bulunduğu sıkıntılı zamanlardan ötürü toplumun büyük kısmının bu gibi ‘hayatında önemi bulunmayan’ detaylara vakit ayıramayacak durumda olduğunun farkındayım. Ama değinmek istediğim konunun hepimizi bir şekilde ilgilendirdiğini belirtmek isterim.
Son yıllarda çok daha fazla göz önüne getirilmeye çalışılan LGBT meselesinden hepinizin haberi vardır. Özgürlükler, kişisel hürriyet, bireysel değerler, vs...
Fakat son yıllarda bu meselenin özellikle mümkün olan yada olmayan her noktada bilinçli olarak önümüze çıkartılması, bu konuda hassas olan kişilerin bile bilgisi yokken, durduk yere onları da tetikleyecek şekilde bir tartışma ortamının hazırlanıyor oluşu sizin de dikkatinizi çekmedi mi?
Türkiye’nin aile yapısı ve inanç temelli toplumsal anlayışı, bu akımın şiddetini önemli ölçüde soğuran bir yastık görevi görüyor aslında. Sonuçta inanç sistemleri bu gibi radikal hareket/akımlara karşı bir baraj görevi görür. Bunun iyi yada kötü olduğu konusuna giremem, bu konuda uzman yada derin bilgi sahibi biri değilim. Yalnızca kendi görüşlerimi belirtmek amaçlı bunları yazıyorum.
Nedir bu LGBT, hatta LGBTQ?
LGBT’nin açılımı Lezbiyen, Gay, Biseksüel ve Trans bireyler olarak geçiyor. Son yıllarda sonuna bir de ‘Q’ harfi eklendi, Türkçe’de tam karşılığı olmasa da, İngilizce’ye Almanca’dan geçtiği sanılan ‘Queer’ kelimesi; günümüzde “genel geçer cinsiyet tanımlarına uymadığını iddia eden kişiler”i tanımlamakta kullanılıyor. Fakat eski anlamlarında “hasta, iyi olmayan” yada “tuhaf, acayip” gibi anlamlara gelmekle beraber, çoğunlukla “homoseksüel anlamında kullanılan argo sözcük” olarak biliniyor. Yani kısaca, bu kelimeyi İngilizce cümlelerde pek kullanmamanızı tavsiye ederim!
LGBT, aslında insan var olduğu sürece orada olan ve “kendini farklı hisseden” bireylerin çoğunlukla mağdur edildiği yada sınıflandırıldığı toplumsal yapılarda zamanla kendini daha cesur ve özgür şekilde ifade etmeye başlamış bir harekettir. Fakat dört harf ile tanımlanmaya başlaması yakın bir tarihe, aşağı yukarı 1980’li yıllara denk gelir. Her ne kadar hareketin bir isme sahip olma konusu da bireylerin kendisi gibi çok değişken olsa da, zamanla hareket sabit temelleri olan bir yapıya dönüşerek sesini daha gür çıkarmaya başlamıştır.
Fakat tarihteki her hareket gibi masum bir amaçla başlayan bu hareket de, birilerinin işin ucunda yatan potansiyel kazancı görmesi sonucu, kendine kapitalist diyen hasta zihniyetlerin tahrifatından kaçamamıştır.
Hepimiz neyiz?
Türkiye’de çok genel olarak bilindiği kadarı ile ‘eşcinsellik’ Osmanlı Devleti zamanlarından bu yana toplum içerisinde bilinen, bazen katı kurallar ile kontrol altında tutulmaya çalışılmış bir hareket idi. Osmanlı Devleti’nde 1858 yılında kaldırılan ‘sodomi yasaları’ yada daha itici adıyla ‘oğlancılık yasaları’ tahmin edebileceğiniz gibi eşcinsel ilişkileri ve benzerlerini yasaklayan yasalar bütünüydü.
Hakim inanç anlayışının İslam olduğu topraklarda bu konuda adım atan ilk imparatorluklardan birinin Osmanlı Devleti olması da aslında oldukça dikkat çekicidir.
Yıllar geçti, İmparatorluklar yerlerini Cumhuriyetlere bıraktı, ve 1993-2005 yılları arasında özellikle Marmara Bölgesi başta olmak üzere Türkiye’de çok sayıda LGBT derneği kuruldu. Ve 2003 yılında İstanbul, 2006 yılında da Ankara sokaklarında LGBT bireyler ellerinde bayraklar ile ilk kez yürüyüşler gerçekleştirdi. Fakat yine 2006 yılında Bursa’daki yürüyüşte istenmeyen şeyler yaşandı. Sonuçta homofobi her zaman vardı, yalnızca avının kendisine yaklaşmasını bekliyordu.
2011 yılında da İstiklal Caddesi’ndeki yürüyüşe 10 bine yakın kişinin, 2013 yılında gezi olaylarının da etkisi ile benzeri bir yürüyüşe 100 bine yakın kişinin iştirak ettiği tahmin edilmektedir. 2011 yılında gerçekleşen yürüyüş sonrası İstiklal caddesinde çektiğim aşağıdaki fotoğraf, bazı derneklerin yayınlarında da kullanılmıştı. (Hey gidi günler!)
Türkiye’de iktidar yaklaşımları ve toplumsal yapının çok farklı yönlere evrilmesi sonucu, günümüzde bu tarz etkinlikler aynı coşkulu katılımlara sahne olmuyor. Sahne olsa bile medya tarafından topluma aktarılmıyor. Hatta kolluk kuvvetleri tarafından çoğu gösteri, yürüyüş yada eylem katı şekilde denetleniyor yada doğrudan engelleniyor.
Fakat günümüzde insanlar da zaten eskisi gibi sokaklara çıkmıyor, hatta evinden neredeyse hiç çıkmıyor! Dijital ekranların önünden dünyayı görüyor. Arkadaşlarıyla konuşmak yerine yazışıyor, kitapları okumak yerine dinliyor, müzikleri dinlemek yerine izliyor. Kısacası herşey birbirine karışmış, allak bullak olmuş durumda.
Ve işte tam da bu noktada, konumuzun asıl hedefi olan, asılsız, kaynaksız, yalnızca toplumu yönlendirmek, çatışma yaratmak ve ‘kendi oyunlarını ortalık yerde gizlemek’ için bir sebebe ihtiyaç duyan kişi yada kişilerin (buradan sonra onlara muhteris diyeceğiz), ellerindeki en güçlü silah olan medyayı kullanarak yaratmak istedikleri ‘akım’lara geliyoruz.
Ne yazık ki LGBT hareketi de bu muhterislerin amaçları doğrultusunda kirletilmeye ve yönlendirilmeye çalışılıyor.
O yüzden günümüzde ‘woke kültürü’ denilen bir akım ortaya çıkarıldı. Ve toplumun LGBT ılımlı yanı ile, bu konuda kesin bir duruşa sahip kişiler arasında çatışma çıkarılmaya çalışılıyor. Bunu tam olarak eski Türk mahalle yapısında, çıkan kavgaları kızıştırarak çıkacak karmaşada cüzdan çalma niyetinde olan yankesici davranışına benzetebiliriz. Bunlar birbiriyle tartışan kişilere uzaktan çeşitli kışkırtma hareketleri/sözleri uygulayıp işin fiziksel şiddete varmasını sağlar, kavgayı ayırmak için olaya müdahil olan kişilerin de ceplerini boşaltırlardı.
Kim bu villayı peşin para ile alan .........?
Yukarıda muhteris olarak adlandırdığımız kişiler, medya patronları (Türkiye’dekiler değil, Dünya çapında medya kuruluşlarının sahibi olan yada yönetiminde ağır söz sahibi olan kişiler) sahip oldukları kanallar ile size dizi, film, klip, haber, müzik, kitap ve benzeri medya materyalleri sunarak, bilinçaltınıza iletmek istedikleri mesajları, davranış kalıplarını kodluyorlar.
Bakın bu, ‘ben yemem’ diyebileceğiniz bir şey değil. Çünkü burada size iletilmek istenen mesaj, insan psikolojisinin en hassas olduğu, en kolay darbe aldığı duygu ve düşünce kanallarını hedef alıyor. Siz farkında bile olmadan size bir olguyu kabullendiriyor. Bir filmin kötü karakteri filmin sonunda iyi bir şey yaparak size kendini affettiriyor. Başrol oyuncusu toplum normlarının çok dışında bir şeyi yapmasına rağmen, karakter iyi niyetli olduğu için size anormal gelmiyor.
Örnek mi istiyorsunuz: Amerika’da 70’li yıllarda çok popüler olan kovboy filmleri döneminde konserve fasulye ve sigara satışları tavan yapmıştı. Çoğu film, dizi ve klip kötü alışkanlık denilen şeyleri popüle eder. 80’ler ve 90’larda bize normal gelen çoğu yayın ürünü, bu gün sansürlü yada uzmanların ‘sakıncalı’ bulduğu içerikler oldu. Televizyonlarda en azından tek bir sahnesinde buğulu şekilde sansürlenmiş ürün olmayan bir içerik bulamazsınız. Ülkemizde bu sansürler halen uygulanıyor, fakat Amerika’da veya Avrupa’da bu sansürler yok. Sigara, alkol, uyuşturucu sahneleri alenen yayınlanabiliyor. Her ne kadar programlar belirli bir özdenetim uygulamak zorunda olsa da, eyaletlerin her birisi farklı gevşeklikte yasalara sahip. Oradaki gençler bunu alıyor. Sosyal medya, internet, mesajlaşma uygulamaları vasıtası ile dünyanın geri kalanına yayıyor. Dolayısı ile pandemi zamanından hatırlayacağınız gibi, fiziksel bile olmayan herhangi bir akım çok kısa bir sürede tüm dünyaya yayılıveriyor. Çünkü gelişmiş ülkelerde yaşayan gençler, diğer ülkelerdeki gençleri etkiliyor.
Ama neden?
Çünkü birileri para kazanıyor ve siz ayrıştıkça, çatıştıkça daha fazla ücretsiz reklam yapıyor! Böylece daha geniş kitlelere yayılıyor, daha fazla insanın bilinç altına hedeflenmiş bir homofobi kodluyor. Köylerde işine gücüne bakan insanlar bile bir şekilde televizyonda, sosyal medyada bu çatışmaya tanık olup değerlerine ters gelen bu akımlara antipati beslemeye başlıyor. Zamanla bu antipati somutlaşıyor, aklında yer ediyor. Oğluna, eşine dostuna aktarıyor.
Bu antipati, aslında kendi reklamını yapan bir ürün gibi pazarlanıyor. Ama reklamı yapanlar bunun farkında olmuyor bile!
Zamanında bu tarz akımlar çok farklı amaçlarla kullanıldı. Avrupa ülkeleri, Asya ülkelerinin ürünlerini kötülemeye çalıştı. Keza Asya ülkeleri de karşılık vermeye çalıştı. Bu gizli savaş günümüzde halen devam ediyor!
Ama konumuza geri dönecek olursak; LGBT bireylerin hakları ve onların mağduriyetleri, aslında medya patronu muhterislerin, toplumları ayrıştırarak farklı tüketim alışkanlıklarına yöneltmesi ve ürettikleri her ürüne bir alıcı yaratma endişesi yüzündendir!
Dikkatli bakarsanız, bu akımların aslında dizi & film sektörüne daha hakim olduğunu, usul usul insanlara LGBT bireylerin heryerde olduğunu, hep mağdur olduğunu, neredeyse yalnızca onların mahrumiyet yaşadığını, en çok onların haklarının savunulması gerektiğini falan anlatmaya çalışıyor.
Bu doğru mu? Yakın geleceğe kadar kısmi olarak öyleydi. Fakat artık kimse, yanındakinin ne giydiğine, ne düşündüğüne, -kendisini doğrudan rahatsız etmediği sürece- ne yaptığına bakmıyor. İlgilenmiyor, ilgilenecek vakit bulamıyor. İnanç hakim kültürlerde yaşanan olaylara burada yer vermem anlamsız çünkü bahsettiğim konu oradaki çatışmalar ilgili değil, yaratılmaya çalışılan çatışmalar ile ilgili!
Bu konuya hassasiyeti olmayan kişilerin bile bu gün bu konulara dair yorumlar yaptığını, ve ne yazık ki o muhterislerin amacına uygun olarak, LGBT bireylere antipati besleyen eğilimlerde olduğunu açıkça görüyoruz.
Yapmayın! Amacı sizi kullanmaktan başka bir şey olmayan insanlara prim vermeyin. Sizi birer kukla gibi iplerin ucunda görmeye çalışan insanların düğümlerine takılmayın. LGBT olun yada olmayın, ama lütfen sizin üzerinizden servetlerine servet katmak isteyen bu şerefsizlerin oyunlarına alet olmayın!
Çözüm?
Derin bir nefes alın ve sakince kendinize şu soruyu sorun:
“Benim bu konularla ne ilgim var?”